AZİME & HASAN HÜSEYİN AŞKI
"Aşk, aslında hiç doğal olmayan bir olgudur ki kendini nadiren tekrar eder; ruh yeniden bakire kalamayacak hale gelir ve bir başkasının ruhundaki okyanusa dalacak gücü kendinde yeniden bulamaz."
James Joyce
"Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran bir yüzey bulur; bizi gidişten daha fazla büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir."
Marcel Proust
Bu cumartesi Halk TV’de Serhan Asker’in Adana’da canlı yayında gerçekleştirdiği Görkemli Hatıralar programını izlerken ilkokul yıllarıma gittim. Öğretmenlerin en kalitelisi rahmetli Tahsin Ayver öğretmenimiz ile ders yaptığımız sırada sınıfa eli çantalı ve kilolu bir bey girdi. “Ben, Müfettiş Ahmet Hulusi Mıdıkzade.” dedi. Öğretmenimiz Ayıver, sınıfını müfettişe verdi ve uygun bir yere oturdu.
***
Araştırma yaparak Soner Yalçın’ın kaleme aldığı ilgili yazıyı buldum. Okurlarıma aktarıyorum.
**!**N
“ ŞAİR HASAN HÜSEYİN İLE ÖĞRRETMEN AZİME’NİN
BİTMEMİŞ AŞK HİKÂYESİ - 07.10. 2007
Bugün size, şair Hasan Hüseyin ile öğretmen Azime’nin tertemiz aşk hikâyesini anlatayım.
Büyük Türk şairi Názım Hikmet’in ölümüyle yolları kesişen iki insanın aşk hikâyesini... O yıllarda bir edebiyat öğretmeninin solcu bir şaire áşık olması, öyle sıradan bir şey değildi. İnsanın aşkının arkasında dimdik durması ise, pek çok kişiyi öfkeye boğmaya yetiyordu. Mücadelelerle geçen bir hayatın ortasında Hasan Hüseyin’in şiiri gibi tertemiz bir aşk...
TARİH 3 Haziran 1963.Yer Uşak. Akşam saatleri... 30 yaşındaki Azime Karabulut, Uşak Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydi. Ahmet Hulusi Mıdıkzade ile evlendi. Eşi Hulusi, ilköğretim müfettişiydi; bir aydır evinden uzaktı; Eşme’deki okulları denetliyordu.
İki çocukları vardı; oğulları dört yaşındaki Ufuk ve kızları iki yaşındaki Barış.
Çocukların karnını doyurup uyuttuktan sonra bahçeye çıktı Azime.
Türlü türlü kuşlarla bezeli yörük kilimine bağdaş kurup oturdu. İçi sıkkındı. Neden olduğunu bilmiyordu. Kalktı, kuyudan su çekip çiçeklerini suladı. Saatler gece yarısını gösteriyordu. Hálá uykusu yoktu. Evin salonundaki radyoyu açtı, sürekli kanalları değiştirdi.
Birden...
Kanallardan birinde bir haber:
Büyük Türk şairi Názım Hikmet öldü.
Donup kaldı. Kendine gelince bahçeye zor attı kendini. Çocukluğundan beri şiirlerini her yerde arayıp okuduğu büyük şair ölmüştü işte.
Sessizce ağlamaya başladı. Öksüz kaldığını hissetti. O anda aklına, son dönemlerde sık sık okuduğu, korkusuzluğunu Názım Hikmet’e benzettiği bir şairin adı geldi: Hasan Hüseyin.
’BU ŞAİRİ TANIMALIYIM’
Hasan Hüseyin adını ilk, 1959 yılında Dost Dergisi’nin şubat sayısında yer alan "Ağustos Şiiri"nde görmüştü.
Azime o gece, ayın ve yıldızların altında Hasan Hüseyin ve Názım’ın şiirlerini okudu.
Şafak sökmeye başlayınca korktu; ya Názım Hikmet gibi Hasan Hüseyin’i de yok ederlerse, ya sustururlarsa?
Kızı Barış’ın sesiyle kendine geldi. Sabah olmuştu. Çocuklarıyla kahvaltı yaptı.
O gün okulda ders yılı sonu sınavları vardı.
Okula gitti. Acısını konuşacak kimsesi yoktu.
Eve dönerken kararını verdi; Ankara’ya gidecekti; Hasan Hüseyin’i görecekti. Hiç tanımadığı, yüzünü görmediği, kim olduğunu bilmediği bir şairin elini tutacak, ona yalnız olmadığını söyleyecekti.
Bir de merakı vardı; kanını tutuşturan sıcaklığı yaratan bu şiirlerin arkasındaki adam kimdi? Hemen o akşam gidecekti, gitmeliydi, yarın geç olabilirdi.
Barış’ı omzuna aldı, Ufuk’un elinden tutup tren istasyonunun yolunu tuttu. Kanatlanmış gibiydi. 5 Haziran sabahı Ankara’daydı.
Ankara kocaman bir kent... Hasan Hüseyin’i nasıl bulacak? Solcu şairi kim bilir; olsa olsa Türkiye İşçi Partililer.
Polise sordu: "TİP Genel Merkezi neredeydi?" Polis tarif etti.
Parti binasından içeri girerken heyecanlıydı, saçlarının dibi, burnunu ucu terliyordu.
Barış kucağında, Ufuk yanındaydı. Partililer bu manzara karşısında şaşırdı. Şairin nerede olduğunu bilemediklerini söylediler.
Tam çıkacakken, adını sonradan öğreneceği şairin yakın arkadaşı Kemal Çiftler ile karşılaşması hayatının yönünü değiştirecekti.
Hasan Hüseyin iki hafta önce Ankara’dan gitmişti. Ne zaman geleceği belli değildi. Azime, tren istasyonunun yolunu tuttu, Uşak’a döndü.
MEKTUPLAR... MEKTUPLAR Temmuz ayının sonu; 27 Temmuz.
Hasan Hüseyin’den mektup vardı.
"Azime Karabulut merhaba!"
Mektup beş sayfaydı.
"Sana ve senin gibi duyup düşünenlere binlerce selam. Sizlere layık olamamak korkusuyla titrediğimi duyuyorum. Ah, ne iyisiniz, ne yiğitsiniz sizler..."
Azime şaşkındı. Hem mektuba hem de coşkun bir sel gibi akan mektuptaki dizelere. Heyecandan ağladı. Hemen oturup yanıt yazdı. Bir de oğlu ve kızıyla çekilmiş fotoğrafı koydu zarfa. Yanıtı gecikmedi.
Üstelik o da bir fotoğraf göndermişti.
Azime, Hasan Hüseyin’i o fotoğrafta gördü ilk; gür beyaz saçları, basık izlenimi veren burnu...
Heyecandan titriyordu. Yanıtını beklemeden ardı ardına mektuplar yazdı. Hasan Hüseyin de ilgisiz değildi.
Şairin ikinci mektubu "Sevgili Azime" diye başlıyordu.
Üçüncü mektubunun tarihi 7 Ağustos 1963 idi. Şair mektubunu saat 03.00’te kaleme almıştı.
Ve mektup, "Benim Azimem!" diye başlıyordu.
"Seni sevdim, seviyorum. Seni anlayarak seviyorum. Bunu bugün söylüyorum sanma. Ben sevmem böylesi laflar etmeyi. Hele, hiç sevmem mektup yazmayı. Seni seviyorum diyorum, anlıyorsun değil mi? Bu benim için zor bir itiraf...
Sen biraz yarınımsın benim. Biraz değil yarınımsın Azime. Sana Azimem diyorum anlasana! Seni anlayarak seviyorum Azime. Düşün ki yüzünü görmedim daha. Kimseden de sormadım seni. Seni kendi sözlerinle tanıyorum, bir de yolladığın resimden...
Geç mi kaldık? Yoo... Bu da bizim gerçeğimiz."
’SESİNİ DUYMALIYIM’
Şairin son mektubundan sonra Azime bir yol ayrımına geldi. Kaçışı yoktu, koşa koşa polis karakoluna gitti. Telefon sadece karakolda vardı.
Sesini duymak istiyordu sevdiği adamın.
Akis Dergisi’ni aradı; Hasan Hüseyin dergide redaktör olarak çalışıyordu.
20 dakika bekledi telefonun bağlanmasını. Sonunda bağlandı. Kendini su içinde hissetti. Korkuyordu: "Ya sesim çıkmazsa?"
Toparlandı hemen:
Sonunda konuşuyor muyuz, senin sesin mi bu? Evet, benim, ben Hasan Hüseyin Korkmazgil.
Bu kadar sıcak mıydı sesin?
Ufak bir kahkaha sesi… O sıcak gülüş aklını başından aldı Azime’nin.
Ama yine de kontrolü kaybetmek istemiyordu; şiirini, yazdıklarını yıllarca izlemek başka, giderek sevmek de başkaydı, ama...
Evliydi, iki küçük çocuğu vardı ve 30 yaşındaydı.
Şair, "Atla gel, çocuklarını yanına al gel, yeni bir hayat kuralım" diye ısrar ediyordu.
Fısıltıyla "Düşüneceğim" diye telefonu kapattı Azime. Ter içindeydi. Bitkindi. Eve dönerken, gömlek cebindeki şairin fotoğrafını çıkarıp baktı. Ağladı.
Hasan Hüseyin’i sevmekle, şimdiye dek sahip olduğu sevgileri yitirecek miydi? Birkaç gün Azime ne mektup yazdı ne telefon etti.
Şair Hasan Hüseyin ise mektup yazmayı sürdürdü. "Gel" diyordu hep. "Gel birlikte düşünelim."
Azime çocuklarını düşünüyordu. Kocasını düşünüyordu. Anlayabilecek miydiler bu aşkı. Kocası, onuruna yedirip de "Haydi git" diyebilecek miydi? Ya babalar, anneler, akrabalar... Göze almak kolay mıydı, çekip gitmeyi?
Günler boyu kendini kırlara attı. Deliler gibi dolaştı akarsu kıyılarında, pınar başlarında. Ürpererek uyandığı rüyalar gördü. Artık dayanamıyordu. Kararını önce ailesine açmaya karar verdi.
Kardeşleri ilkokul öğretmenleri Necati, Ömer, Mustafa ne olursa olsun yanında olduklarını söylediler. Babası pek sesini çıkarmadı. Annesi, "İnsanın başına kar da yağar, boran da savrulur" dedi. Yüreklendi.
Hemen koşup telgraf çekti sevdiğine: "Geliyoruz!"
İLK KARŞILAŞMA 17 Ağustos 1963.
Ankara Tren İstasyonu.
Azime’nin kalbi duracak gibi. Annelerinin içindeki yangından habersiz çocuklar sevinçliydi, yine Ankara’ya geldikleri için.
Tren istasyona girdi.
Azime’nin yüreği kıpır kıpır; şiir ile başlayıp mektupla devam eden bir sevdanın peşinden koşup Ankara’ya geldiğine inanamıyordu. Üstelik daha yüzünü bile görmemişti sevdiceğinin...
İşte gördü onu Azime; gri kabarık saçları, genç enerjik yüzlü, ince bedenli bir adam telaşla tren vagonlarına bakıyor.
Emindi, "Kesin bu o" dedi içinden.
El sallarken, utanarak seyretti aşkını; ince dal gibi boylu boslu bir adamdı şair.
Azime telaşlıydı, bu kez iki elini de sallamaya başladı. Hah o da gördü işte. Göz göze geldiler.
Tren istasyonunun lokantasına oturdular.
Çocuklar kendi aralarında oynuyordu.
Sessizliği Azime bozdu:
"Yalnız mısın?"
Hasan Hüseyin güldü: "Ara sıra Hollandalı bir kızla..."
Azime’nin yüzü duştu. Şair ekledi: "Hiç canım... Çilli bir kız işte!"
Gün boyu Ankara’yı gezerek sohbet ettiler.
Azime çocuklarla Ulus’taki Buhara Otel’e yerleşti. Sohbetleri sabaha kadar otel lobisinde de sürdü. Ertesi gün yine buluştular. Birbirlerini tanımaya çalışıyorlardı.
Azime henüz eşinden ayrılmadığı için, o ilk ziyarette Hasan Hüseyin’in elini bile tutmadı.
EVLENİYORLAR
Birkaç gün sonra Uşak’a döndü. Okuldaki görevini sürdürdü. Bu arada zor bir süreç sonunda eşinden boşandı.
Sadece evinde değil, Uşak’ta da sorunlar çıktı. Edebiyat öğretmeninin bir solcu şaire áşık olması, halk arasında yer yer öfkeli çıkışlara neden oldu. O, aşkının arkasında dimdik durdu.
Uşak’ta sorunlarla boğuşurken, 10 Haziran 1964 günü hayatını değiştirecek teklifi aldı. Hasan Hüseyin evlilik teklif etti. Aynı gece çocuklarla yine Ankara’nın yolunu tuttu.
11 Haziran’da Altındağ Evlendirme Memurluğu’nda evlendiler. Törende sadece beş arkadaşları vardı. Azime çocuklarını alıp Ankara’ya yerleşti. Bir yıl sonra oğulları Temmuz doğdu.
Ve Azime, eşi Hasan Hüseyin ve çocukları Ufuk, Barış ve Temmuz ile kirletilmemiş mutlu bir hayat yaşadı.
Azime Korkmazgil’in aşkı bugün hálá ilk günkü heyecanla sürüyor.
4 Mart 1927 tarihinde Sivas-Gürün’de doğdu.
Annesi Gülşan.
Babası, 1898 doğumlu Nalbantoğlu Şükrü, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’ndeydi ve Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katıldı. İstiklal madalyası vardı. Kurultay İlkokulu’nda hademelik yapıyordu.
Şairin yedi kardeşi vardı.
Tek okuyan sadece o oldu. İlkokulu babasının hademelik yaptığı okulda okudu. Ortaokula gidemedi; Ziraat Bankası şubesinde getir götür işlerinde çalışmaya başladı. 20 Kasım 1979’da öldürülen Dr. Necdet Bulut’un babası bankanın müdürüydü. Hasan Hüseyin’le yakından ilgilendi. Parasız yatılı okul sınavlarına girmesine sebep oldu.
Sınavın yapıldığı Sivas’a gitmek için, komşularından ödünç alınan ayakkabıyla 60 km yolu yürüyerek gitti.
Kazandı, Niğde Ortaokulu ve sonra Adana Erkek Lisesi’nde okudu.
Okulda dünya edebiyat klasikleriyle tanıştı. Şiir yazmaya başladı.
Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirip Türkçe öğretmeni oldu.
K.Maraş-Gökşin’e öğretmen olarak atandı.
Názım Hikmet şiirlerini okuduğu için ihbar edildi; 1951’deki TKP davasına dahil edildi. Üç yıla mahkûm oldu. Bütün kamu hakları elinden alındı. Elbistan ve Nevşehir cezaevlerinde yattı.
Cezaevinden çıktıktan sonra ekmek parası kazanmak için İstanbul’a gitti. Bu kez askere alındı; üniversite mezunu olmasına rağmen er olarak 27 ay askerlik yaptı.
Askerlik dönüşü baba ocağına döndü. Kahvelerde karakalem portre ressamlığı yaparak, tabela boyayarak ve okuryazar olmayan ailelerin askerlik mektuplarını yazarak geçimini sağladı.
Şiirden hiç kopmadı. İlk şiiri 1959’da Dost Dergisi’nde çıktı. Ayrıca yazdığı iki oyun radyoda piyes oldu.
27 Mayıs 1960 askeri hareketinden sonra, "Türkiye artık değişti" diyerek Ankara’ya yerleşti. Akis Dergisi’nde düzeltmen/redaktör olarak çalıştı. Basın-İş Sendikası’nın genel sekreterliğini yaptı.
Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı YÖN ve TİP’in yayın organı Sosyal Adalet Dergisi’nde makaleler yazdı.
İlk kitabı "Kavel" 1963 yılında çıktı. Yeditepe Şiir Ödülü’nü kazandı.
Sadece şiir değil, mizah öyküleri de yazıyordu.
1966 yılında "Kızılırmak" kitabından dolayı yargılandı. Beraat etti.
1968’de Forum Dergisi’ni satın aldı. Ancak dergi uzun ömürlü olamadı.
1969 seçimlerinde Çorum’dan TİP milletvekili adayı oldu. Kazanamadı. Partide "güler yüzlü sosyalizmin" öncüsü Mehmet Ali Aybar’a yakındı.
1973 yılında çıkardığı "Acıyı Bal Eyledik" şiir kitabıyla daha da ünlendi.
Şiirleri Názım Hikmet’in yazdıklarıyla karşılaştırıldı. Názım’a hiç söz söylemedi ama Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı sevmediğini açıkça söylüyordu. Ahmet Muhip Dranas’ın şiirlerini beğeniyordu.
1983 yılında evinde çalışırken beyin kanaması geçirdi. 6 ay hastanede, 6 ay evde yoğun bakımda kaldı.
Yakın arkadaşı beyin cerrahı Dr. Yahya Kanpolat, ilgisini arkadaşından hiç eksik etmedi.
Azime Korkmazgil bir gün bile kocasının başından ayrılmadı.
Ancak kurtarılamadı.
26 Şubat 1984’te hayata gözlerini yumdu.
Mezarı, Ankara Karşıyaka Mezarlığı’ndadır.”