MARTI
ŞEHİRBAN DEMİRBAŞ
(7.BÖLÜM)
O gün öyle geçti. Seni aramak istedim ama daha sonra buna cesaret edemedim. Günler haftalar birbirini kovalamaya başladı.
Sıradan bir akşamüstü iş yerinden bir arkadaşımın verdiği davete katıldım. Herkesin kendi çapında eğlendiği bir mekandaydı davet. Pek eğleniyor sayılmazdım. Lakin ortama ayak uydurmaya çalışıyordum.
Bir masanın etrafında toplanmış arkadaşlarla sohbete dalmışken birinin omzuma dokunmasıyla irkildim. Arkama dönüp baktığımda Fuat’ ı gördüm. Şaşırmıştım. Fuat’la Londra’ya gelirken uçakta tanışmıştık. O da Londra’da yaşıyordu. Sonraları birkaç kez görüşmüştük.
Lakin daha sonra Fuat şehrin diğer yakasına taşınınca eskisi kadar görüşemez olmuştuk. Bu davette tesadüfen karşılaşmış olmak garip bir şekilde beni çok mutlu etmişti. Ne de olsa kendi toprağımın insanıydı. Vatanına dokunmuş gibi hissettiriyordu insana. Garip bir duyguydu. Anlatması güç. Beyninde uzun zamandır kullanmadığın odaların ışıklarının bir anda yanması gibiydi.
O gün davette sözleşerek ertesi günü Fuat’ la buluştuk. Uzun zamandır görüşmemiştik ve Fuat bu süreç içinde bir sürü farklı işlerle uğraştığından bahsediyordu. Ben, daha çok dinleyen taraf olarak kalıyordum. Zaten Fuat’ın ki kadar da anlatacak hareketli bir hayatım yoktu.
Dinleyen taraf olmaktan şikayetçi değildim. Biliyorsun, dinlemek risksiz deneyim edinmektir bana göre.
O gün de öyle oldu. Fuat anlattı, ben dinledim sıradan bir ritüelle. Fuat teknoloji adamı olduğu kadar sanatla da ilgilenirdi. Hatta çok iyi bir sanat eleştirmenidir diyebilirim.
Bana o gün tablo topladığından ve dünya çapında bir koleksiyon oluşturmaktan bahsetti. Şu an çok bilinmeyen ama geleceğin en iyi ressamları arasında yerini alacağını düşündüğü ressamların tablolarını toplayarak oluşturduğu koleksiyonundan öyle bir bahsediyordu ki merakım daha çok artıyordu. Benim de ilgilendiğimi görünce koleksiyonu göstermeyi teklif etti. Açıkçası o gün için koleksiyonu görmeyi gitmekten daha iyi yapacak başka bir işim yoktu. Kabul ettim.
Buluştuğumuz mekandan ayrıldık. Yaklaşık kırk dakika uzaklıktaki galeriye doğru yola çıktık.
Kırk dakikanın sonunda şehrin biraz dışında sayılacak bir bölgede yer alan bir deponun önünde durduk. Dışarıdan bakınca hiçbir özelliği olmayan taş bir binaydı.
Arabadan inip kapıya yaklaştık. Büyük, çift kanatlı demir bir kapısı vardı. Fuat cebinden çıkardığı anahtarlıktan bir anahtar seçip kapıyı açtı. Kapının hemen girişinde birkaç parça eski mobilya vardı. Bunlar senin mi? Diye sordum mobilyaları işaret ederek. Bir arkadaşına ait olduklarından, geçici bir süreliğine buraya bıraktığından bahsetti.
İçeride başka bir kapı daha vardı. Elindeki anahtarlıktan başka bir anahtar daha seçip ana kapıya göre daha küçük olan tek kanatlı bu kapıyı da açtı. İçeri girdik.
Sessiz ama güzel bir alandı. İçerisi dışarıdan görünenin tersine depo kimliğinden sıyrılmış galeri kimliğine bürünmüştü. Taş ile örülmüş beyaz yüksek duvarlar beyaz zemin ile birleşince içeriyi olduğundan daha da geniş ve ferah gösteriyordu. Girişin karşısında yer alan duvarda yüksekte bulunan iki pencereden içeri giren gün ışığı galeriyi aydınlatıyordu.
Yaklaşık on beş kadar tablo galerinin ortasında oval bir şekilde sıralanmış şövalyelerle ayakta duruyordu. Bunların ortasında da dört tablo yer alıyordu. Bütün tabloların üzeri toz ve güneşten etkilenmemesi için beyaz örtülerle örtülmüştü.
Fuat oval sıralamanın kendine yakın olan kısmına yaklaştı. İlk tablonun üzerindeki örtüyü büyük bir özenle açtı. Tablonun ressamı ile ilgili kısa bir bilgi verdikten sonra tabloda yatan derin düşüncelere dair yorumlar üretmeye başladı. Fuat en çok da resimlerde ressamın iç dünyasını yakalamayı seviyordu. Bunu çok iyi yaptığını söyleyebilirim. İyi bir sanat eleştirmenidir.
Sıra ikinci sırada yer alan tabloya geldi ve örtüsünü yavaşça açarak İran asıllı ressamdan bahsetmeye başladı. Dizilmiş olan tabloların sonuncusuna kadar bu böyle davam etti. Etkilenmiştim. Daha çok sürrealizmin etkisi hissedilen tablolardan ben de etkilenmiştim. Belki de Fuat’ın anlatım gücü de etkilemişti bunu. Bilmiyorum.
DEVAM EDECEK....