MARTI
(2.Bölüm)
Salonda, pencere önünde duran çalışma masasına doğru ilerleyip bilgisayarı açtı. Diğer pencereye doğru yürüdü. Pencereyi açtı, dışarıdan salona dolan hafif rüzgâr bedenine kadife hissiyle dokunarak geçiyordu.
Güneşin; saçının ucundan çıplak ayaklarına kadar tüm bedenine yayılmasını seviyordu. Büyük pencerelerin en cezbedici yanı buydu onun için. Dünya ile bağını mümkün olduğunca şeffaf tutuyordu. Bu yüzden duvarlardan çok hoşlanmıyordu.
Dışarıdan gelen kuş sesleri, güneşin gülümseyişi, ağaçların çiçeklenişi… Hepsi içini kıpır kıpır ediyordu. Yaşamayı sevmenin en legal yolu buydu onun için.
Açılan bilgisayarın sesiyle irkildi. Bilgisayara dönüp doğanın sesine müzik ekledi. Mutfaktan kahve makinesinin sesi geldi, akabinde kahvenin kokusu yayıldı tüm eve.
Kollarıyla ve parmaklarıyla, bedenini ve boynunu müziğin ritmine kaptırarak mutfağa doğru ilerledi. Seviyordu dansı, müziği. İkisinin bir arada oluşu ise muazzam bir devrimdi onun için. Özgürlük, sempatik, uyum, ifade ve var olma biçimiydi.
Fincan alıp kahve koydu kendisine. Kahvesini alıp salona geri döndü. Müziğin sesini biraz daha açtı. Açık pencerenin yanında duran şövalyeye yöneldi. Üzerinde beş haftadır uğraştığı ama henüz içine sinmeyen kısımları olduğu için bitiremediği tablo duruyordu. Henüz kurumamış olan tabloyu uzun uzun incelerken bir taraftan da elindeki kahveyi yudumluyordu.
Bu tablo için “henüz bitmedi” dedirten kısmının neresi olduğunu anlaması öyle kolay değildi. Bazen günlerce, en ince ayrıntısına kadar inceler, değişmesi gereken o küçük noktayı öyle fark ederdi. Bazen de olmadık zamanda gözüne çarpardı o nokta.
Odayı dolduran müzik; “Una furtiva lagrima, negli occhi suoi spuntò” sözleriyle ruhuna dokunuyordu. Ona göre müzik eğer bir yaşam alanı olsaydı, kuşkusuz opera müziğin terası olurdu.
Palete biraz beyaz boya sıktı. Temiz fırça aldı eline. Paletteki boyadan fırçasına biraz alıp tablodaki bir noktaya küçük bir fırça darbesi bıraktı. Elindeki fırçayı bırakarak geri çekildi. Resmî daha geniş açıdan izlemeye koyuldu. Resmin hâlâ bitmediğini kanaat getirerek bilgisayara yöneldi.
Elindeki kahve fincanını bilgisayarın yanına bırakarak o ilk cümleyi düşünmeye başladı. Yazmak için bir sayfa açtı. Günlerdir yazmak için oturduğu bu masadan o anlatmak istediği hikayeye bir türlü başlayamadan kalkıyordu.
O ilk cümleyi arıyordu. Hikayenin geri kalanı zaten hazırdı. Bir türlü bulamadığı o ilk cümle…İşte hikayenin tam bu noktasındaydı. Mutlaka öyle bir cümle var diye düşündü.
Olmalıydı. Daha önce yazdığı iki kitabının başlama süreci de böyleydi. Yoksa içindekileri dışarı çıkarmanın başka bir yolunu bilmiyordu. Resim dışında. Yazmalıydı. Çünkü ona göre yazmak; ruhunu arındırmanın en naif yoluydu.
DEVAM EDECEK…