KOCADAĞ’DA BİR GECE-II
Köylerin eski düğünlerinde meydan ateşi yakılırdı. Cumartesi akşamları yakılan bu ateş, kütüklerle canlandırılır, başında eğlenilirdi. Çocukluğumuzun ilk sekiz-on yılının kışlarında sobamız bulunmadığı için ocaktaki ateşle ısınırdık. Sabah bir kütük, akşam bir kütük... Hani sosyetenin şöminesi vardır ya. Biz onu, çocukluğumuzda kullanırdık.
Eskinin kışları böyle mi olurdu? Üreteceğiz, üreteceğiz diye, diye ozon delindi. Yılın sonuna altı gün var. Kışın ortasında yaza gelindi. Damla yağış inmez oldu. Medet ey yağmur duası... Bizim köyle tescillenmiş olan şu söz, eski kışların azametini göstermeye yeter sanırım: “Doksan kütük, doksan katık olursa kış rahat geçer.”
Akşam üzerleri, Eğirdir sahil yolunda yürüdünüz mü? Yürüyemezsiniz. Çünkü: Soluduğunuz hava karbon monoksittir. Denemediyseniz, şu kurak havada bir deneyin. Şehirlere, sitelere doluşmanın, Kömür yakmanın bedeli budur.
Kocadağ’da ise ciğerlerinize oksijen doluyor. Siz bakmayın biyolojinin “yeşil bitkiler geceleyin oksijen tüketir” dediğine. Tükettiğinin milyon katını üretir de azıcığını tüketir bitkiler.
Konuşmalarımız derenin çağlamasına karışırken kütüklerin alevi ısıtıyordu. Sanki evdeydik. Açık bir arazide olsaydık bu ateş yetmez, üşürdük. Böyle bir deneyim yaşamamış olanlar, ormanın havayı yumuşattığını bilemezler.
Sanki bir bahar akşamındayız. Balık pişmiş, çay demlenmişti. Balık, ekmek, roka, maydanoz, tere, dere otu... Sonra çay, meyve ve söyleşi...
Ekran olmayınca sinir konuşmaları dinlemek yoktu.
Dilde pütür bırakmayan açık oturumları izlemek yoktu.
Yağ, yağdanlık yoktu. Güneydoğu’daki savaşı izlemek yoktu.
On beş metre berimizdeki çeşmenin suyundan iç içebildiğin kadar. Zerre şişkinlik yapmıyor.
“Yağış olmayınca beş metre aşağı fışkıran suyu yok çeşmenin.” dedi en büyüğümüz.
Çocukluğumuzun, gençliğimizin köy, dağ anılarıyla sürdü söyleşimiz. Sürülerimizin gümbürdekli takaları, çanları çalıyordu sanki ormanın derinliklerinde. Oğlağı, kuzuyu kapmasın diye gökteki kartalları yeniden hayladık. Karabacak Çeşmesi’nden sarı menekşeler derdik. Üretip içemediğimiz sütü, yine içemedik. Bolca yiyemediğimiz yoğurdu yine yiyemedik. Ekşi ayran boldu, bol bol içtik. Ayağımızdaki çarığı “hart” diye delen çöğür dikeninin acısını yeniden duyduk. Kocapınar’ın suyu yerine şu çeşmenin suyunu bir daha içtik. Şeker alabilmek için ambarlarımızdan birer okka arpa aşırdık.
En küçüğümüzün, bu dağdaki arı macerasını dinledik. Arının bulunduğu sarp kayaya inebilmek için yaptığı çelik merdiveni, emniyet halatlarını, arının olduğu yere inişini, ona yardımcı olanları, kamerayla çekeni, arı saldırınca ona yardım edenlerin çil yavrusu gibi kaçtıklarını, elliden fazla arının kendisini soktuğunu, merdivenden inerek aşağıdaki kanyonda soğuk suya dalışını anlattı.
“Akıla zarar, bunun indiği yer. Arıdan sonra köye geldi bunlar. Baktım, bunun yüzü, gözü şişmiş. Zor tanıdım. Ben olsaydım kesinlikle izin vermezdim buna.” dedi en büyüğümüz.
“Biraz kestirelim.” dedim. Saat 03.00 olmuştu. Ateşin üç yanında yatacağımız yerleri ateşten bir metre kadar açıkta ayarladık. K.uru pürlerden toplayıp yatacağımız yerlere kabaca yaydık. Ateşe yeniden kütük attık. Pürlerin üzerinde üstümüze örttüğümüz battaniye yetmişti.
Uyanışımız da tez oldu. Saat 06.10 idi. Ateş hala canlıydı. Üşümemiştik. Derlenip toplandık. Eşyaları yükledik. Ateşi söndürdük. Dönüş başladı. Kocadağ’ın başında kar yoktu. Ormandan kurtulduk. Açık araziler kırağıya kesmişti.
Değmişti doğrusu, Kocadağ’da bir geceye değmişti. (BİTTİ)
(İYİ YILLAR DİLERİM.)