DEVLET BİZE BAKMIYİR(2)
Şanlıurfa çıldırmıştı. İnşaatla kafayı bozmuştu. Bu ne çılgınlıktı böyle? Sekiz-on katlı inşaatlar… Yeni bir şehir kuruluyordu. Adıyaman yolundan girilirken şehre, görülen manzara buydu. Bir ülke batarsa zaten bu yüzden batardı. Bu hastalık tehlikeli bir hastalıktı. Yiyecek sıkıntısı baş gösterdiğinde bir zahmet apartman duvarları kemirilebilir gayri.
Balıklı Göl turundan sonra ensemizi büyütmeye çalıştık. Ama bir porsiyon ciğerle ense kalınlaşmazdı. Sanayi kenti bile değildi bu kent. Tarım desen, bu kadar inşaatı karşılaması zaten mümkün değildi. Ciğerciyle sohbet ettik. Daire fiyatları için bir milyondan bahsetti. Bu değirmenin suyu nereden geliyordu?
Yorgunduk, uyku bizi teslim aldı. Deliksiz bir uykudan sonra yeni güne 07.00’de açtık gözlerimizi. Otelin önünden sesler geliyordu. Oda balkonuna çıkıp baktık. Şanlıurfalı bir hayırsever, Suriyeli çocuklara ekmek dağıtıyordu. Çocukların ekmek için gösterdikleri çabayı görünce, vicüzdanına koymamış birinin ezinç duymaması mümkün değildi. Bu coğrafyayı bu hale getirenlere “LÂNET” dilemekten başka ne yapılabilir, bilemiyorum. Otelin lobisinde Atatürk resmini görmekten mutlu oldum.
Birimiz bir banka şubesinde hesap açtırmak için kuyrukta beklerken, ikimiz çay içilebilecek yer araştırmasına girdik. Bir pastanede çay içiyorduk. Ara sokaktan iki bayan çıktı. Bekleyen modelli bir arabaya yanaştılar. Camı açık olan sağ ön kapıya abanır gibi yanaşıp konuştular. Acele bir tavırla arka koltuğa geçtiler. Araba hareket etti. 09.00 sularıydı ve cadde pek kalabalık değildi. Düşüncem bulandı.
Yanımdaki arkadaşın sırtı olaya dönüktü. Anlattım… “Öyledir.” dedi. Kalkarken içtiğimiz suları hesaba katmayan işyeri sahibi, “Misafirsiniz, su ikramımız olsun.” dedi.
Günün öğleden sonrası Bozova’da sürdü. Tabelası Kürtçe ve Türkçe olarak yazılı olan belediye, caddelerde-sokaklarda sınıfı çakmıştı. Yetişkin, genç, çocuk… Konuşmalarında Kürtçe de vardı, Türkçe de.
Saatin 19.00’unda köyden başlayan dönüş yolculuğumuz için kestirme bir yolu salık verdiler. Birecik-Suruç arasında, E5 karayoluna çıkacaktık. Köylerden geçiyoruz. Köyün birinde açık bir bakkal gördük. Alışveriş için durduk. “Kim derdi ki. Ta, Isparta’dan geleceğim. Buradan alışveriş yapacağım.” diyerek bakkala girdik. Alacaklarımızı aldık. Bakkal Ahmet Demir, “Yemek, çay ikram edeyim.” teklifinde bulundu. “Yolcu, yolunda gerek.” deyip teklifi geri çevirdik. Tam yürüyeceğimiz sırada arabaya kadar gelerek eşinin çay demlemiş olduğunu belirterek ısrar etti. Çay için indik. Çay içerken, çocuklar geldi bakkala. İsteklerini Türkçe söylüyorlardı.
E5, Birecik derken E90 Otoyolu karşıladı bizi. Gecenin geç vaktinde, farklı yerlerde ve otoyol kenarında bekleyen bayanın ne işi olabilirdi? Uykuyu önlemek için farklı konular buluyordum. Konu bekleşenlere geldi. Yönüm, arabayı kullanan yol arkadaşımdan yanaydı. Yavaşladı, durdu. Neden durduğunu sormaya zaman kalmadı. Otoyol kenarında üç bayan bekliyordu. “Şu yaptığın işe bak.” dedim. Hareket ettik. “Tepkini ölçmek istedim.” diyordu. “Bu tür eylemler, beni açmaz.” diye sürdürdüm. 23 Eylül 07.00’de Eğirdir aldı bizi kucağına.
Kıssa bitti. Gelelim hisseye. Kürt coğrafyasına ait otuz yıl önceki gözlemlerimin son gözlemlerimden pek farkı olmadığını gördüm. Kürt’tür, Türk’tür… Neden ayrışmaya çalışıyoruz? Yanıt belli değil mi? Ah! Şu politika… Bir “LÂNET” de politikaya… Bir de… Emeklinin Temmuz maaş farkı hâlâ ödenmedi. İhaleye var! Dağıtılan kömüre var! Makarnaya var! Emekliye yok! “Sultanım çok yaşa deniliyor. Gık denilemiyor.” Bir “LANET” de buna diyorum artık!
Devlet, artık bize de bakmıyir…
(HALK SESİ AKIN-EĞİRDİR 15 Eylül 2014-SAYI: 8661)
Köyün içinde bulunan eski lojmanı görmek için gittik. Çocuklar vardı, eski lojmanın yanında. Bir ufaklık var. Kürtçeyle adını sordum. Utandı çocuk. Okullu olduğunu sandığım bir kız yanıtladı. Diyalogu sürdürdüm:
“Ev heri mektebi?”
“Hayır.” yanıtını verdi kız.
“Tû heri?”
“Gidiyorum.”
“Çenda sınıfeta?”
“Beşinci sınıf.”