SEDYE KİRLENMESİN
“Çizmelerimi çıkarayım.”
Baskılanmışlığın ve bastırılmışlığın, itilmişliğin, dışlanmışlığın, ötekileştirilmişliğin delilidir bu.
Ailede başlar bu süreç. “Höst!” demişti baba. Baba ne yapsın? O da “höst” ile büyümüştü, “höst” ile yaşamaktaydı.
Okul devamıydı höstün. Havuz problemini çözememişti. İnatla çözmeye zorlanmıştı. “Tembel teneke” olmuştu. Dışlanmıştı. Renklerin uyumlu dünyasında yolculuk ettiğini, kır gezisinde kimsenin dikkatini çekmeyen ender bir çiçeği görebildiğini, bir böceğin sesini duyabildiğini kim anlardı? Dilinden dökülecekti ezgiler. Bağlamaya sihir olacaktı parmakları. Hepsi boğulup gitmişti beş musluklu havuzun derinliklerinde.
Bir kamu kurumunda baydan azar, bayandan azar. Susup yutkunmuştu. Parmaklarını sıkarak yaptığı yumruğunu “Güm!” diye masaya vuramamıştı ve acıtamamıştı elini. Onun yerine hep yüreğini acıtmıştı, hep yüreğini… Sokaktaysa, “Ananı da al, git lan! Tokadı yersin!” azar, azar. Sızar havaya katkılı suyla sağlıklı biber.
Zor iş bulmuştu, torpille. Açlık sınırında bir ücret, geçinip giderken hiç istemediği politik toplantıya işten atılma korkusu zorlamıştı onu. Koltukları kirletenler olacağı aklının köşeciğinden bile geçmemiş, korkmuştu devletin sedyesinin kirlenmesinden. “Bari bundan azar işitmeyeyim.” diye düşünmüştü.
Bilemiyordu ne yalan, nerede talan. Bildiğiyse iş yapandı çalan. Böyle kurgulanmıştı film. Ona kalmıştı kara kuyudaki açlık ve ölüm.
Ve…
Soma için yineliyorum:
Koşar kimileri sözün en önünden,
Tuzlu deniz kokulu bedenlerin terinden, terinden...