ŞİMDİ HIDIRLIKTA OLMAK VARDI!
Bazen
yağmur da yağıyor; rüzgarın uzun binaları salladığı da oluyor.
Fakat
sıcaklar bastırınca beton yığınları ateş saçıyor! Gökdelenler, eskiden on-on
beş katlıydı. Hatta bürom, adı da gökdelen olan o on beş-yirmi katlı yapının
yedinci katındaydı. O zaman köy olan Sincan'dan, hatta Akşehir, Konya ve
Yalvaç'tan gelen dostların bazıları; yedinci katın penceresine; "Olur da,
sokağa düşüveririz" diye veya başları döndüğü için, korkudan
yaklaşmazlardı. Şimdiki evimiz; otuz altı katlı bir binanın on sekizinci
katında! Bu ruhsuz binalarda, komşuluk diye de bir şey yok. Ben büromda gelip
gidenle dertleşiyorum. Eşim ise kimseyle gidip gelememekten, konuşmayı unutacak
neredeyse! Eğmir ve Mogan gölleriyle
buralara kadar kilometrelerce uzanan ODTÜ çam ormanlarına bakarak teselli
buluyoruz. Binaları yöneten şirket de; onlarca bahçıvan çalıştırıp çeşitli
ağaçlar ve çiçeklerle donatmaya çalışıyor çevreyi. Şimdi otuz-kırk; hatta elli
altmış katlılarını yapmaya uğraşıyor.
Büyük
kentlerin sokakları ve caddeleri; kaçılası yerler oldu. İtiş-kakış; kıyamet
gürültüleri; kasıtlı gibi görünen kazalar, kasten çıkarılan yangınlar ve daha
bin türlü belalarla dolu. Bunlara bile, bir dereceye kadar katlanıyor insan!
Fakat İstanbul'da başlayan Gezi Parkı inatlaşmasının Ankara'ya da yansımasıyla
tüm cadde ve sokaklar, biber gazı dolu. Taşların arası, yer altı geçitleriyle
metrolar, hatta duvarlar bile gaz deposu gibi. Canınız yanıp gözlerinize
işkence yapılıyor her adımda. On gündür büroma gidemedim.
Can
yakan kazalar ve cehennem gürültüleri artınca; kaçıp kurtulmak istiyor
canlılar. Yalnızca insanlar değil; kuşlar da evcil olan ve olmayan tüm
hayvanlar da; büyük kentlerde mutlu değil! İşte o yüzden ve daha bin türlü
sebeple, Hıdırlıkta olmayı istiyor
canım. "Hangi Hıdırlık?
Akşehir'deki mi? Yalvaçtaki mi?" derseniz; ikisi de olabilir. Hatta ikisine
birden gitmeli. Birinden diğerine, gidip gelmeliyim . Hem o gidiş gelişlerde
Cankurtaran köyündeki dostlara uğrayıp, soğuk ayranlarını içmek ve sohbet
etmek, ne kadar huzur verirdi ruhuma...
Biz
yeni yetmeyken, bu yolun kıyısında kapısı penceresi olmayan, üç tarafı duvarlı
bir yapı vardı. "Cankurtaran", o üç çıplak duvarın adıydı! Çünkü;
yürüyerek veya eşeğiyle Yalvaç'tan Akşehir'e gidenler; kar tipisi bastırınca ne
yaparsa yapsınlar, donmaktan kurtulamazlardı... Çok hızlı esen ve dönerek vuran
rüzgar, tipiyi yüzlerine gözlerine çarpıp bir karış ötesini bile görmelerine
engel olurdu. O sert karlı tipide önünü görmeden döner dururlar ve buzlu karın
içine düşüp donarak kaskatı kesilip ölürlerdi. Özellikle Akşehir Beli denen
kestirme yoldan gidenlerden çoğu, donarak ölmüş olarak bulunur ve "Falanca
buymuş=donmuş!" diye konuşulurdu. Donmuş bedenler. deli kış azalınca
getirilip mezara konurdu. İşte adı
Cankurtaran olan o çatısız üç duvar; yürüyerek veya eşeğiyle Akşehir'e giden
veya oradan Yalvaç'a dönenlerin, tipi geçinceye kadar birazcık korunup
sığınmalarını sağlıyordu. Sonradan topraklı bir dam ve kapı yapıldı.
Çevresindeki dağlar ve yaylalar bomboştu. Boşluklarda önce birkaç Yörük çadırı
görüldü. Sonra, çadırlar çoğaldı. Kalabalık artınca, köy oldular ve adına
Cankurtaran köyü denildi. Bir keresinde otobüsle giderken, araç bozuldu; orada
konuk edildik. Şimdi nüfusu belediye
olacak kadar çoğalmıştır sanırım.
"Belediye
olmak mı iyi? Yoksa köy olmak mı?" diye sorarsanız; "Köy daha
iyi!" Belediye olunca, başkanlara amir havası geliyor. Gurura kapılıp,
herkese tepeden bakıyorlar. Hepsi değil ama, böyleleri de çıkıyor. Memurları
oluyor, giderleri artıyor; ceremeyi ve para cezalarını, hemşeriler çekiyor.
Bazı belediye başkanları; kendilerini padişah sanıyorlar. Bazen da belediye
başkanlığından gelen padişahlar çıkıyor ki; değme diktatörleri arattırıyor...
Padişahlık olacaksa; ülkedeki bütün belediye başkanları, o makama sırayla birer
hafta otursunlar da; ihtilaf çıkmasın bari! Bu sözüme gülmeyin, Tarihte örneği
var!Monte Negro denilen Karadağ'da, bir zaman Doç denen en zenginler; sırayla
birer ay devlet başkanlığı yapıyorlarmış. Fakat o başkanlık sırasında kulede
oturuyor ve ailesinden hiçbiriyle konuşmuyormuş. Bizde olsa, o padişahların
eşleri her an yanında durup poz verir. Koltuğa ortak olduğunu böylece ilan
eder. Elbette bu teklifim şaka! Laf uzayınca konu değişti. Sözün kısası;
Akşehir ve Yalvaç'ı çok özledim. Ayıp değil ya; daüssıla hastalığı çekiyorum.
Tüm Balkan ülkelerini ve Edirne'yle İstanbul'u, arkadaş guruplarıyla neredeyse
yaya dolaştım. Bacağım bile itiraz edip şişti; fakat Daüssıla derdime bir çare
olmadı.